Yönetmen: Joanna Hogg / Oyuncular: Tilda Swinton, Joseph Mydell, Carly-Sophia Davies, Alfie Sankey-Green, Zinnia Davies-Cooke, August Joshi / Senaryo: Joanna Hogg / Tür: Dram, Gizem / Süre: 96′ / Ülke: ABD, Birleşik Krallık

Geri dönüş. Hayatının bir kısmını geçirdiğin, iyisiyle kötüsüyle yadetmeyi umduğun yere, evine. Otel olmuş şimdi; pek de kimsenin uğramadığı, koridorlarında sayılı ayak sesinin duyulduğu, çatısı altında bir elin parmağını geçmeyecek kadar insanın konakladığı. Yalnız değilsin ama, kızın yanında, köpeğin de. Ve hayaletler de. Nice mutlu senelere, anne.
Unrelated (2007), Archipelago (2010), The Souvenir (2019) ve onun geçtiğimiz aylarda yayınlanan devam filmi. Joanna Hogg sineması. İngiliz yönetmenin ilk gösterimlerini Venedik ve Toronto gibi prestijli uluslararası festivallerde yapan The Eternal Daughter, Hogg’un kamerasını çevirdiği en yeni hikaye, kendisinin ilmek ilmek işlediği filmografisinin de son üyesi. Gönül rahatlığıyla söylüyorum bunu. Hogg’u ilk filmi, yirmi sekiz dakikalık Caprice’den (1986) beri bir an olsun yalnız bırakmamış gedikli oyuncusu, dostu Tilda Swinton da yeniden ekranlarımızda, bu kez bir değil iki performansla çıkıyor karşımıza, hem anne Rosalind hem de kızı Julie olarak mıhlıyor bizi oturduğumuz koltuğa.
Julie, annesini şu sıralar otel olarak hizmet veren, hayatının bir bölümünü geçirdiği evine geri getirirken ve o geçmişini, anılarını hatırlasın isterken; kendisi de bir film yazabilmek için oturuyor her gün masanın başına. Kendi gözünden, annesinin hikayesini ve onla olan ilişkisini dökmek istiyor kağıda. Korkuyor ama, kolları sıvadığı işi cüretkar buluyor, annesinin yaşamına, bir nevi onun anılarından oluşan bu mülke izinsiz girdiğini hissediyor. Yapmalı ama, onu mutlu edecek sonuçta. Yanlarında getirdikleri ve tasnif edilmeyi, gerekirse atılmayı bekleyen fotoğraflar ve mektuplar çıkış kaynağı, Rosalind’in odadaki yataklar ya da yemek salonundaki şömine üzerinden anlatmaya başladığı anılar ise yegane ilhamı. Kaydetmeli, arşivlemeli, annesinin mevcudiyetini kazımalı sonsuzluğa. Çünkü o arşınladı bu yolları. Bahçesinde yürüdü, yatağında uyudu, sevdi, ağladı. Onun hayatı bu, iyi günü de oldu kötü günü de, yaşadı sonuçta. Bir hayatı vardı, Julie’nin elinden kayıp gitmesin istediği, unutulmasına izin vermeyeceği.
Joanna Hogg da ana karakteri Julie’ye yüklediği motivasyondan güç bularak; zamanı da, ruhunu da, ‘hayaletini’ de Rosalind’in yanından bir an olsun ayırmadığı torbasına sığdırıyor. Fotoğraflar geçmişe açılan birer pencereyse eğer, kamerasıyla bu pencereden bakmak, manzarasını uzun uzun seyretmek istiyor. Annesinin gözünden göremeyecek belki dünyayı, ama bu ihtimalin peşinde olmak dahi yetiyor ona. Onu var kılacak, mutlu edecek tek şey bu ne de olsa. Kendisinin en büyük arzusu annesinin hatrında saklı belki de. Bu eski evin, otelin, koridorlarında geçireceği her bir dakika da gelmekte olan anılar için birer davet tam da bu sebeple.
Yazdığı hayalet hikayesini epey stilize bir biçimde taşıyor ekrana Hogg. Seyircisini daha ilk andan içine hapsettiği dünyayı; bu soğuk, puslu, baş başa geçirilen aralık ayını her bir öznesi için özel kılıyor. Vazgeçmek istemiyor, yol ne kadar karanlık olursa olsun, o son adımı atmak gerektiğine inanıyor. Julie’nin yalnızlığına ortak değiliz, ama biz de aynı yoldayız. Zihnimizde anılar, elimizde fotoğraflar, kendi yapbozumuzu tamamlamaya, kendi hikayemizi yazmaya çabalıyoruz. Kaçınılmaz son bekliyor her birimizi. O güne kadarki varlığımız, sevdiklerimiz, hatırladıklarımız mühim olan. Altını çizmek gerek buranın, unutmamak üzere. Film bu sebeple tüylerimizi ürpertiyor belki de, karakterlerinin sırtındaki yükler bize de ait, gördüğü rüyalar bize de özel. Olup biteni seyretmekle yetinen hayatletleriz çünkü her birimiz. Pencereden bakmaya, diğer odalardaki sesleri işitmeye devam edeceğiz. Yaşadık çünkü, vardık.
Leave a Reply